top of page

GAYRET, SEBAT, ZAMAN İLE İSTEKLİ ŞEKİLDE ALINMIŞ BİR KARAR YOLUN YARISINDAN FAZLASIDIR!

Yazarın fotoğrafı: Rebi AkademiRebi Akademi

Halkla ilişkiler ve marka yönetimi yaptığı İstanbul yıllarını geride bırakıp kırsala yerleşen, doğayla baş başa bir hayatı tercih eden, Labofem bitki atölyesini kuran ve aynı isimle sosyal medya hesaplarında bitkilere dair içerikler üreten Fem Güçlütürk’ü web sitemizde ağırladık. Bitkilerden ve doğadan konuştuk. Kırsalda yaşama hayali kuranlara ve çocuklarının doğayla bağının kopmamasını isteyenlere önerilerini dinledik.


Sizi kırsalda yaşamaya iten güç nedir? Bu hayata geçerken nasıl yol aldınız?


Aslında bizi kırsala iten güç bu kararı almamız için yeterince birikmiş miydi emin değilim ama bizi kırsala çeken bir güç olduğu kesin. Kaçtıklarımız kadar kaçırdıklarımız bizi tetikledi. Şehirde de yaşamayı seviyoruz. İstanbul yaşamak istediğimiz büyük şehir özelliklerini ne yazık ki yitirdi. Artık alacak verecek hesabımız kalmamıştı. Biz şehri yıpratmaya başlamıştık, şehir de bizi yıpratıyordu ama sırçadan kümes de olsa yeşillikler içinde hayatımızı gayet iyi devam ettirebiliyorduk. Kaçmak için çok da acelemiz yoktu. Hele Ege'de bir ev hayalimiz hiç yoktu. "Tutunamayanlar" değildik. Bir tatil için geldiğimiz Akyaka'da şu an yaşadığımız bölgeyi dolaşırken burada yaşamak istediğimizi, doğanın içinde ve müstakil bir evde yaşamaya hazır olduğumuzu hissettik. Uçaktan dönerken emlakçılara ne aradığımızı şekillendiren mektubumuzu yazmaya başlamıştık. Üstelik daha pandeminin “p”si yoktu. 7 sene önce almışız buradaki arsamızı. Geçişimiz süper hızlı oldu. Biraz tez canlı ve hızlı hareket edenlerdenim. Uçak dönüşü emlak briefini yolladık. İner inmez mimar arkadaşımızla bir araya geldik. Bir hafta sonra arsayı aldık. 1,5 sene sonra hiç dönmemecesine taşındık. 1 yıl kadar şehirdeki evimizi ne olur ne olmaz diye kapatmadık. Sonra hiç gerek kalmadığını, zaten şehre gidesimiz olmadığını kabullenince evimizle ilişkimizi kestik.

Büyük şehirde olmanın elbet bazı avantajları var: her şeye kolay ulaşım, tamirat veya ihtiyaçların için çabuk çözüm, yeme içme ve sağlık adına bol seçenek… Kırsalda ise bunların karşılığında başka avantajlar var. Bu durumda göçen kişinin neyi neyle takas etmeye hazır olduğu önemli bir karar.

Kırsala taşınmadan önceki Fem ile taşındıktan sonraki Fem arasındaki fark nedir? Bu değişim sizde nasıl bir dönüşüm sağladı?

İş hayatım insan odaklı oldu hep. Daha sert bir çeperim vardı. Kolay incinmez, işteki sıkıntıların içime işlemesine izin vermezdim. Daha dayanıklı, daha dişli idim. Sürekli "Ya saldır ya kaç!" modunda olduğunun farkında olmadan normalin o olduğunu düşünerek sürekli belli bir stres seviyesinin üzerinde yaşanan şehir ortamından sonra doğanın insansız hava sahasında yumuşadım. Kendimi korumak için ördüğüm sert kabuk inceldi. İçim dışım zaten çok farklı değildi ama yumuşak karnım hedef tahtası oldu. Burada daha fazla incinmeye, daha duygusal, daha doğal olmaya başladım. İnsanın dünyadaki yerini, önemini sorgular oldum. Diğer canlıların yaşam haklarına daha ilgili hâle geldim. Hortum aparatına yuva yapan kuşların yumurtadan çıkıp uçuşunu, kirpinin köpeğimiz üzerine havladığında yerinde zıplamasını, zehirli bir engereğin süs havuzumuzdan kana kana su içişini izlemek, etobur yaban arılarının yuvalarına dokunmamak, porsuk ailesi ile selamlaşmak, tilki ile 5 dakika bir yolun iki ucundan bakışmak, koca kulaklı yaban tavşanlarıyla rastlaşmak, ağaçkakanın ağaç oyma sesi, oduncu arısının bariton “bızzzz”ı… Bunlara şahit olmak araba kornasından, ofis telefonundan daha iyi geldi. Saat ve aylara göre değil hayıtların çiçek açtığı, anemonların gözüktüğü, menengiçlerin sincaplara açık büfe hâline geldiği zamanlara göre yaşamak hoşumuza gitti. Mesela geçenlerde, sosyal medyada, kahraman olmak ve alkış almak adına -affedersiniz- tam bir geri zekalının köpek balığı zannettiği, sahilde insanlarla yüzen bir Akdeniz zarganasını taşla ezip kuyruğundan çeke çeke karaya fırlatmasını gördüm. İnanın günlerdir etkisinden kurtulamıyorum. Hayvanların gözlerine bakamıyorum. Yürürken ormanımdan, ağaçlardan, otlardan özür diliyorum türümüz adına. Utanç ve tiksinme hissi bir arada oluyor böyle vahşi, cahil ve az gelişmiş insanları görünce. Özetle burada ekosistemin bir parçası olduğum için şehrin steril, sürekli aportta, gergin, “Bir şeyler kaçırıyorum,” hissiyle donanmış ortamından soğudum.


Bitkilerle insanlar birbirlerine hangi yönleriyle benzer, birbirlerini hangi yönleriyle tamamlarlar?


Aslında tüm canlılar birbirine bağımlı ve benzer. Bitkilerle daha şehirde iken yakınlaşmış, eğitimlerimi ve tecrübelerimi iç mekân ve balkon bitkilerimde geliştirmiştim. Yeni yaşam alanımızın bahçeli olmasıyla sadece bitkileri değil onları dölleyen böcekleri, böceklerle beslenen kuşları, tilkileri, çakalları, domuzları, yılanları, kurbağaları, porsukları da tanımaya başladım. Aslında herkesin kendi ekmeğinde olduğunu, hayatta kalmak için nasıl da birbirine ihtiyaç duyduğunu yakînen deneyimledim, hâlâ da hayretle izliyorum. İnsan aklının tanımladığı görmek, duymak, koklamak, hareket etmek gibi eylemlerin aslında bitkilerde ve diğer canlılarda da bizim tanımladığımız gibi değilse bile başka şekliyle bulunduğunu hem okumak hem izlemek inanılmaz.



Kırsala dönmek büyük şehirlerde yaşayan birçok insanın hayali. Şehirli insanın bu hayali kurarkenki beklentisi nedir? Doğa bu beklentiyi karşılar mı sizce?


Sistemden, kalabalıktan, stresten, güvenlik endişesinden kaçanların bir kısmı için belki ama diğer bir kısım için hiç de aradıklarını bulabildikleri bir yer olmayabilir kırsal. Dünyada kırsal huzuru ile yaşayabildiğin birçok büyük şehir var. Şehir parkları, bisiklet yolları, denize girilen şehir içi plajları ile Barcelona mesela. Kırsalda şehir parkına kıyasla daha vahşi doğa, farklı dinamikler, hiç tecrübe edilmemiş fiziki zorluklarla karşılaşılabiliyor. Bir kısmı geri dönüyor. İsabet de oluyor zira kaçtıklarını kırsala taşıyorlar. Bunlar da gerek yapılaşma gerek pahalılık gerek trafik olarak yine karşılarına çıkıyor. Bakınız Bodrum! Hâlbuki bahçeden bir domates yemek için ne kadar çok çalışılması gerektiğini, ufacık bir bahçeyi bile "Pinterest" karesi gibi tutmanın ne kadar fiziksel ve zamansal emek istediğini hesap etmek zor. Plazada tatil planı kurar gibi hayat planı kurduğunda, umduğunu değil bulduğunu yaşarsın. O da herkesin harcı olmuyor.


Doğal yaşamı tercih etmek, birçok tüketim alışkanlığımızdan vazgeçmek, kullandığımız ürünleri değiştirmek hatta bu ürünlerden bazılarını evde üretmek demek. Bu bakımdan doğal yaşamı tercih etmek, kırsalda yaşamayı seçmek insanın tek başına alabileceği bir karar mı? Bu kararı aldığı takdirde neye hazırlıklı olmalı?


Bu soru kişiye göre değişir. Nasıl bir kırsal hayatı kurguladığınıza bağlı olarak, gelirinize giderinize bağlı olarak farklılık gösterir. Misal ben bahçede tavuk, horoz filan istemiyorum. Köy yumurtasını bizim köydeki Ayşe'den alıyorum, sütü de öyle. İlla inek beslemek, şalvar giyip keçi gütmek de şart değil. Kırsala ne için gittiğinize bağlı. Bu sebeple benim söyleyebileceklerim tamamen beni bağlar. Hazırlıklı olunması gereken konuların başında iş yaptıracak çalışan insan bulmanın zorluğu var. Elinden iş gelmiyorsa vay hâline. Elektrikçi gelirim der gelmez, suyun patlasa günlerce adam bulamazsın, bahçeyi sürdürmeye kalksan ya fahiş fiyat verirler ya da yine “Olur,” der gelmezler, odun kesmeye testeren bozulsa bekle ki tamir olsun… Yemek sepeti olmadığı için iyi yemek yapmak, güzel bir kilerinin olması şart. Sağlık hizmetlerine ulaşımı iyi planlamak gerek. Akrebi, arısı, alerjisi derken çok da ücrada yaşanacaksa ilk yardım eğitimi almak farz.

Köydeki komşularla içten ve samimiyetle kaynaşmak, semirilecek şehirli gibi olmamak adına semirmeyeceğinizi hissettirdiğiniz karşılıksız paylaşım, iyi niyetli yaklaşımlar kurabilmek önemli.

Sakin ve sabırlı olmak şart, zira bir gün elektrikler kesilir, bir gün internet bozulur, bir gün sular azalır, bir gün sel basar, yollar çöker bir ay mahsur kalırsın, bir gün fırtınada ağaçlar devrilir, yollar kapanır, domuz bahçeyi paralar, porsuk bostanını kazar… Şehirde başka dertler vardır, kırsalda başka dertler. Kırsala kaçınca dertlerden kaçılmıyor, sadece şehirdekilerden daha farklı sorunlarla karşılaşılıyor. Bunları çözme yeteneği ve doğada yaşama isteği ile göçülürse samanlık seyran olur. Bir de yoga ve doğal yaşam felsefesi ile göçenler var. Her gece partileyip ertesi gün yoga yapanlar... Onlar da başka bir kafadalar. Her telden insan, kendince bir kaçış ve arayış içinde. Hayat dediğin de böyle bir şey zaten! Tek bildiğim: Gayret, sebat, zaman ile istekli şekilde alınmış bir karar yolun yarısından fazlasıdır! Öyle çok da büyütülecek bir mesele değil. Hayat kısa, denemeden ölüneceğine, denedim olmadı demek de bir fazilet. Fast food'u, metrolu ulaşımı, kesintisiz elektrik ve interneti, Yemeksepeti’ni neyle takas etmeye hazırsın ona bakmak lazım. Biz denize, Azmak’a, ormana, kurda kuşa razı hatta âşık olduk.


Doğada hepimiz için yer var mıdır? Doğa herkesi kabul eder mi?


İnsan ve doğa demeyi uygun bulmuyorum. “Ve” dersek ikisini ayrı yerlere koymuş oluruz. Oysa doğa insanı da kapsıyor. Hayvan, bitki ve bir hayvan türü olan insan doğanın parçaları. Topraktan ve ait olduğu doğadan kopmuş, tek dokunduğu toprak evindeki bitkinin saksısındaki olanlar için doğada yaşam zor olabilir. Tüketimi, mülkiyeti dayatan ekonomik ve politik düzen yüzünden nimet, şükür, kıymet ve değerler yok olmuş vaziyette.

Son yüzyıllarda ve özellikle tek tanrılı dinler sonrasında insanın doğadan kopuşuyla tüketim, sahiplik ve hükmetme güdüleri tavan yapmış hâlde. Gezegen ise hızla üreyerek kaynakları har vurup harman savuran insan türünü kaldıramayacak noktaya doğru ilerliyor. Büyük doğal felaketlerle arada bir silkelenip yüklerini sırtından atmaya çalışsa da kalanlar aynı hızla semirmeye, doğal dengeyi yıpratmaya devam ediyor. Oysa kın kanatlıların sayısı tüm memelilerden milyonlarca daha fazla. Bunun manası şu: İnsan olmasa dünya pek âlâ devam eder ama “Iyy böcek!” dediklerin eksilirse doğada ne geri dönüşüm olur ne bitkiler çürüyüp çözünür. Dev bitki kalıntıları ve hayvan ölüleri altında ezilir gidersin. Özetle doğanın denkleminde kın kanatlı insandan büyüktür!



Bitkilerle ilgili anlatılagelen hikayelerden en çok hoşunuza giden hangisidir? Bizimle paylaşabilir misiniz?


Birçok bitki ile ilgili harika mitolojik hikayeler var. Bakalorya denen sınavın defne ağacının mitolojisinden gelmesi, akçaağacın Kızılderili kültüründe özel bir yeri olması, köyüme de adını vermiş olan çıtlık ağacının meyvelerini yersen oradan ayrılamayacağını anlatan hikayesi gibi... Beni bitki dünyasında etkileyen ise, öyle olduğu yerde sakin sakin duran bitkilerin insanlar gibi stratejik davranabildiği ile ilgili bir biyolojik hikâye. Hikâye şöyle: Tütün bitkisi kendisine zarar veren böcekleri alt etmek için çiçeğinin rengini değiştirip müttefik böcekleri yardıma çağırıyor, gelenler de bu düşman böceklerin larvalarını yiyor. Mesela bitkiler sabittir diye düşünür insanlar oysa iklimlerin daha sıcak hâle gelmesi ile bazı ağaçlar yıllar içinde kuzeye doğru hareket ediyor. Nasıl mı? Elbette ağaç yürümüyor ama yeni filiz kuzey tarafında yeşeriyor. Bizim yaşam süremizde sabit gözükseler de daha büyük bir zaman diliminden bakılınca yürüyorlar denebilir.


Çeşitli sebeplerle kırsala taşınamayan aileler çocukları için kaygı duyabiliyorlar. Sizce çocukların doğa ile bağını kaybetmemesi için ne yapabilirler?


Alışveriş merkezleri veya doğum günlerine taşıyıp durmak yerine ormana, göle, denize gitmelerini, “Ay oraya dokunma, ay elbiseni kirletme, ay o köpeği sevince elini yıka…” diye dırdır etmeyerek çamurda, toprakta, böceklerle dahi oynamalarına izin vermelerini öneririm. Tüketim toplumunun bir ferdi olacakları yerde çocukları ile birlikte doğada vakit geçirmeleri önemli. Yaz tatilini her şey dahil bir tatil köyünde değil bir ekolojik kampta geçirerek, eski zamanların izcilik kampı gibi çocuklara düzenlenen doğa kamplarında, doğa sporlarına teşvik ederek bir yol bulunabilir. Bu aralar bizim bölgeye taşınan yetişkin insanların çocukluğu yaz aylarında gittikleri atalarının köyündeki güzel hikâyelerle bezeli. Çocuklukta bünyeye sinen bazı "doğal" anılar ileride doğanın parçası olduğumuzu hatırlamamız için bize torpil yapıyor. Ne yapıp edip ufak yaştan toprakla, börtü böcekle iletişim kurmaları, tüm canlıların yaşam haklarına, varoluşlarına nimet ve şükran duyguları ile bakmaları için ortam yaratmak, bunlara imkân vermek önemli.

 

Bu röportajı ekip arkadaşımız Sevde Dilruba Ünyeli hazırlamıştır.


Comments


bottom of page